İnsanlar ikili bir dünyayı iç içe yaşaralar. Biri içe dönük, öbürü dışa dönük
ikiyüzlü bir dünya.
Dış dünya, töre, tüze, görenek, gelenek, din tanrı, peygamber
duvarlarıyla çevrili yasaklı, günahlı, ayıplı, parsellenmiş bir dünya. Bu parseller
arasında ustaca oynamalısın. Sen doğmadan yazılmış senaryo bu. Küçük yaşta
başlayan bu oyun yaşam boyu sürer. Oynaya oynaya alışır insanlar. Ayırıntıya
varmadan kendi alışkanlıklarının kölesi olurlar. Yaşamın başka güzelliklerine,
başka boyutlarına kör bakarlar. Kural dışı, yasak dışı, yasa dışı, her şey korkutur
onları. Çünkü toplumsal yaşamın egemen kalıpları ideal bir yaşam biçimi olarak
sunulmuştur onlara. Bu duvarlı zorbalığın ayrıtında olanlar hiç az değildir
kuşkusuz. Onlar ya susup kalırlar, ya da başkaldırırlar, örgütlü örgütsüz daha
güzel bir dünya uğruna. Putlaşmış, kalıpları yıkarak, deveye hendek atlatmak
denli zor bir olay. Öne çıkanların yapışırlar yaklarına, dışlarlar toplumdan.
Yalnızlık, işsizlik, açlık, işkence, mahpushane, sürgün kapı komşuları olur. Neyse
ki insanların iç dünyaları kavgasız, belasız bir dünya, yasaksız, parselsiz, gizli bir
dünya. Orada yalnız beyninle, yüreğinle yaşarsın; sınırsız, yasaksız oynarsın.
Zorbanın, polisin haberi olmaz. Pasif bir oyun bu gizli yerlerde pratiğe geçirmeye
çalışanlar da olur. En büyük şemsiyeleri yalan, kurnazlık!
Bu tür insanlar deyim yerindeyse “Suya, sabuna dokunmayan” ya da “Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın” diyenlerdir. Çevresinde birileri doğayı mı katletti
ses çıkarmaz. Her gün kadınlar mı öldürülüyor umurunda olmaz. Hakları gasp mı
ediliyor birilerince neyime gerek diyerek ses çıkarmaz. Anlaşılacağı bu tür
insanlar ülkenin hiçbir sorunu karşısında gıkını çıkarmaz. Çünkü onun adına
birileri hem konuşur hem karar verir. Bu tür insanlar biat etmeyi en iyi itaat
biçimi olarak görmüşlerdir. Onun için dünya yansa umurlarında olmaz. Efendileri
ne demişse onun buyruklarını; sorgusuz, sualsiz, amasız, fakatsız
benimsemişlerdir. Onların adına efendileri düşünür ve her şeye onların adına
efendileri karar verir. Efendilerinin her türlü buyruğu onların için emir
vermeden öte hemen uygulanması bir fermandır. Efendileri ne demişse onlar o
sözün dışına çıkamazlar.
Sokrates’in “Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez” sözü felsefe tarihinin
en ağır ve etkili sözlerinden birisi… Sokrates’e göre insan yaşadığı hayatı ve bu
hayatın temel değerlerini sorgulamalıdır. Ona göre sorgulanmamış hayat
yaşamaya değmez. Sorgulanmamış hayatın temel dinamikleri, haz, şan, şöhret gibi
insanların genellikle kendilerine yöneldikleri ilk amaçlardır.
Bilinç sorgulamayla doğar. Diz çöküp yaşamaktansa bilinçli ve sorgulayıcı olan
kişi ayakta ölmeyi yeğler. Sorgulama eyleminin özünde tümden bencil bir eylem
olmadığını belirmek gerekir. Sorgulamanın yalnızca ezilmişte olmadığı, başka
birinin ezilişini görmekten de doğabileceğini belirtelim. Sorgulayan kişi aynı
zamanda başkaldırır. Başkaldırı, haklarının bilincine varmış, bilinçli kişinin işidir.
Kendisine ve insana yapılmış adaletsizliğe başkaldırır kişi… Her başkaldırı bir
suçsuzluk özlemidir, varlığa yönelen bir sesleniştir.
Albert Camus: “Başkaldırı anlayışı ancak kurumsal eşitliğin büyük gerçek
eşitsizlikleri örttüğü toplumlarda gerçeklik kazanabilir. İnsan var olmak için
başkaldırmak zorundadır.” demektedir.
Bilinçli insan önce sorgular, sonrasında kendi hakları ardından toplumun
hakları için de başkaldırır. Okuyan, sorgulayan, araştıran kişiler daha özgür ve
onurlu yaşamanın ayrıtına varırlar. Kimseye boyun eğmedikleri gibi başkalarının
haklarına da saygı gösterirler. Onlar sadece kendi hakları için değil; hakları yok
sayılanlar içinde hayatı sorgularlar.