Özdilek
Necdet Güler
Necdet Güler

Bitkileri sinirlendirmeyin

Ne tuhaf başlık değil mi? Ama gerçek ; arada bir sinirlendikleri oluyor!

20 Mayıs 2023 Saat: 19:08
Ne tuhaf başlık değil mi? Ama gerçek ; arada bir sinirlendikleri oluyor!
Bu nedenle, bitkilerin en büyüğü ağaçları sinirlendirmekten özellikle kaçının. 
Kim sinirlenir? Kendi bireyselliğine sahip olanlar. Bunlar, sadece biz insanlar değiliz; Ağaçlar da kökleri, gövdeleri, dalları, yaprakları ve kabukları ile kendi bireyselliklerine sahipler. Bunun sonucu olarak duyguları da var. Bu yüzden korku ve sıkıntıları oluyor. Üstelik akıllılar. Aralarında dostluk bağlantıları kurabiliyorlar ve  birbirlerini koruyorlar. 
İnanamadınız değil mi!  Ama bunlar Alman araştırıcı  Peter Wohlleben’in yazdığı  “Intelligent Trees / Akıllı ağaçlar” yazısındaki satırlar. Bu nedenle onu. "ağaçlara fısıldayan" adam olarak tanımlıyorlar. 
Bunlar bitkilerin sırrıdır. İnsanoğlu binlerce yıl ilgilendiği halde bu sırlardan çoğunu çözemedi. Ama artık, çiçeklerden gelen gizli şifreleri de  çözmekle uğraşan bilim insanları görüyoruz.(2)
Bu açığı kapatmak için, inanılır gibi değil ama sıra bitkisel "nörobiyolojiye" gelmiş. Bilindiği üzere nörobiyoloji, beynin ve sinir sisteminin gelişmesi, morfolojisi, fizyolojisi ve biyokimyasını inceler. Bu durumda konu, bitkilerin beyni ve  sinir sistemi oluyor. Bundan çıkacak sonuç şudur: Bitkileri sinirlendirmeyin !
İyice anlaşılmıştır ki bitkiler teknolojik çok sayıda probleme çözüm bulan  ve de hayvanlardan daha fazla dirençli, komplike ve evrimleşmiş sosyal organizmalardır. Bu nedenle olağanüstü uyum yeteneğine sahip olduklarından  ekstrem şartlarda da yaşayabiliyorlar. (3)
Bu yeni bilim dalında araştırmalar yapılıyor. Örneğin, Firenze (İtalya) Üniversitesinden Prof. Stefano Mancuso, LINV’i (Laboratorio Internazionale di Neurobiologia Vegetale= Uluslararası Bitkisel Nerobiyoloji Laboratuvarı) kurmuş. Dünyada bu konuda çalışan tek laboratuvar konumunda, nörobilimin tipik ve sayısız tekniğini uygulayarak bitkilerin duygularını ve davranışlarını inceliyor: Üst bitkilerin çevre ortamdan  nasıl sinyal alabildikleri, elde edilen bilgileri irdelemeleri, bunları bitkinin kalan kısımlarına  ve hatta uzak bitkilere nasıl aktardıkları ortaya konuluyor. Bitkilerin hayvanlardan farklı olarak  uyarılara nasıl cevap verdikleri ve harekete geçme eğilimi kazandıkları da irdeleniyor. Edinilen yeni bilgileri yayma çalışmaları yapılıyor. 
Prof. Mancuso’nun tespitlerine göre her kökün ucunda özel bir zon var. Buna geçiş zonu deniliyor. Köklerin ucunun yaklaşık 2 mm kadarını kapsayan bu zonda mineral tuzlar, su varlığı, sıcaklık gibi yaklaşık  on beş farklı parametreyi  belirleyebilen binlerce hücre bulunuyor. Bunlar başka hücrelere mesaj iletme özelliğinde bağlantı noktaları.
Charles Darwin, bitkilerin kök uçlarını da bu konuda incelemiş olduğunu daha 1880 yılında “The power of movement in plants” isimli kitabında yazmıştır. Tespitlerine göre köklerin ucu, ilkel yapıda bir hayvanın beyni gibi işlev görerek onların hareketlerini düzenlemektedir.'
Darwin’in bu tespitlerinden bir asırdan fazla zaman geçtikten sonra ortaya konulmuştur ki üst bitkiler çevredeki ortamdan sinyaller almakta ve bunları çevresindeki diğer bitkilere hızla aktarmaktadır.
Bitkiler hayvanların da kullandığı “deneme-yanılma” sistemini kullanırlar. Örneğin toprakta su yetersizliği durumunda yapraklardan buharlaşma yoluyla su kaybını (transpirasyon) azaltmak için onların yüzeyini oluşturan epidermis tabakasının kalınlığını arttırırlar, onların üstlerindeki  stomaları (bir nevi deliklerdir) kapatırlar,  yaprak sayısını azaltırlar ve su alımını arttırmak  için kök hacmini çoğaltırlar. (1)
Bitkiler toprak yoluyla kimyasal olanın  yanı sıra, hava yoluyla da iletişim kuruyorlar. Örneğin otçul böceklerin ve patojenlerin tasallutuna uğradıklarında kendi türlerinden en yakındaki bitkileri uyarmak için kokulu maddeler salıyorlar. Hayatlarına kastedenlerden kurtulmak için kamuflaj yapıyorlar, kimyasal maddeler üretiyorlar.
Bitki deyip geçmeyin! Özellikle bayanlara bir önerim var; evinizdeki çiçeklerin yanına gittiğinizde “Aman Allahım, sen ne kadar güzelsin!” gibi sözler söyleyin. Onların daha da güzelleştiklerini göreceksiniz.
Kaynak:
1) Scienza e Conoscenza.2016. L'intelligenza delle piante
2) Ambiente. 2017.La vita segreta delle piante
3) Mancuso.S. 2017.Plant Revolution.International Laboratory of Plant Neurobiology.( LINV)
ORADA  YAŞAMAYAN  BİLMEZ
Orada yaşamayan değil bilmek, tahmin bile edemez.
Ben 1970 sonbaharı ile 1971 kışı ve yazında, hudut karakol komutanı asteğmen olarak orada yaşadım. Aradan 53 yıl geçti ama orada yaşadıklarımı hiç unutmadım, daha doğrusu unutamadım.
Kars ilinin Digor ilçe sınırları içinde, yakınında köy olmayan tek sınır karakolu. Sınırı oluşturan Arpaçay'ın diğer tarafında o zamanki Rusya, şimdiki Ermenistan toprağı. Karakolun çevresi çok taşlı, oldukça düz, ağaçtan yoksun, ot kaplı alanlarla kaplı.
Yatağından ancak biraz daha geniş ve çoğu yerde kenarları oldukça dik bir vadi tabanında aktığı için çok yakınına gidilmeden görülmeyen, berrak suyu adeta balık kaynayan Arpaçay'ın karşı kıyısında, karakolumuzu tepeden gören konumda Rusya'ya ait çelik yapıda, yüksek sınır kulesi.
Karakolun avlusundan sınıra baktığımda sağ tarafta Rusya toprakları üzerinden muhteşem görünümü ile Ağrı dağı, sol tarafta yine çok uzaklarda tepeleri karlı, yüksek dağların sınıra bakan yamaçlarında yer alan, Ermenistan'ın Leninakan kenti görülüyor.
Çok uzaklarda, benim sorumluluğumda bir manga askerin görevli olduğu bir karakolun bulunduğu köy ile aksi güney yönde komşu sınır karakolunun zor seçilen görüntüleri.
Karanlık basınca kurtlar, çakallar ve tilkilerin seslerinin yankılandığı ıssız bir ortam.
Kuru taş duvar çevrili bir alanda, içinde 25 kadar askerin kaldığı, içinde ekmek fırını da olan iki bina ile avlunun bir tarafında karakolun koyunlarının barınağı ile at ve katırların tavlası. Binaların önünden ender olarak ayrılan, ordunun Manyas'ta özel olarak yetiştirdiği iri köpekler. 
Orada, yaşamayanın bilmesi mümkün olmayan çok şey gördüm. Birkaç örnek vereyim;
Siz yekpare bir örtü gibi karla kaplı alanın bazı noktalarında kar tabakasının hiç bozulmadan yükselip alçaldığını gördünüz mü? Ben ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. Avluda yatıp uyuyan karakol köpeklerinin üstünü tamamen örtecek şekilde yağmış kar tabakası, onların her nefes alış verişinde bu hareketi tekrarlıyordu. Anlatsalar inanmazdım. Karakolumuzun köpeklerinin yorganı, üstlerine yağan kardı.
Karakoldaki askerlerimden birinin müthiş bir yeteneği vardı: Seslerini taklit ederek bulunduğu yere tilki çağırıyordu.Karakoldan biraz uzaklaşıp tilkilere has sesleri taklit etmesinden kısa bir zaman sonra bir tilki sesin olduğu yere geliyor, sesin sahibi diğer tilkiyi (!..) etrafa bakarak arıyordu.Tilkinin bütün kurnazlığına rağmen bu sesi doğalından ayırt edememesi de çok ilginçti. 
Orada yaşadığım en müthiş ve hoş olay baharın başlangıcında, gün batımı öncesinde kuzuların otlamadan dönen anaları koyunlarla buluşmasıydı. Kar örtüsü kalktığında üstünde oluşan çayırla yemyeşil olan yasak bölge dışı arazide, köylüler tarafından yapılmış, doğan kuzuların içine konulduğu, özel köpekler tarafından korunan dermeçatma barakalar vardı. Her akşam vakti uzaklarda otlayan koyunların büyük bir sürü halinde buraya dönerken çıkardıkları seslere barakalardaki kuzuların sesi karıştığında dünyanın en doğal orkestrası (!) oluşuyordu. Ve birkaç yüz koyundan oluşmuş sürü oraya ulaştığında, barakalarından salınan yüzlerce kuzunun tozu dumana katarak analarını ayırt ederek bulması muhteşem bir olaydı. Arada bir, sadece bu müthiş olayı seyretmek için oralara gidiyordum.
Köyler karakola çok uzaktı, Bir bahar günü o köylerden birinin gençlerinden bir grup yürüyerek karakola  geldiler. Onlarla futbol maçı yaptık, Yemek zamanı geldiğinde Arpaçay'da balık tutmak için benden izin istediler. Rus subaylar Arpaçay'ın karşı kıyısında ellerinde uzun saplı oltalar ile balık tuttukları için onlara oltalarını sordum. "Biz balığı elle tutarız, Kıyıya attığımız balıkları toplaması için asker arkadaşlar gerekiyor" dediler. Görmesem inanmazdım; dizlerine kadar berrak suya girdiler, ellerini sudaki taşların arasına her soktuklarında ellerinde kıyıya attıkları bir balık vardı. O misafirler ve bütün askeler hep beraber karakolun  avlusunda kendimize balık ziyafeti çektik.
Karakolun bulunduğu alana bitişik çayır kaplı düzlükte, yasak bölgede terk edilmiş telgraf direkleri ile kaleler yaparak ve kireçle çizgilerini çekip yemyeşil futbol sahası yapmıştık. Ama karakolun askerleri maç yaparken, onların arasında "top çizgiyi geçti-geçmedi" gibi tartışmalara karışan yabancılar (!..) hiç eksik olmuyordu. Onlar, kendi sınır kulelerinden maçlarımızı seyreden nöbetçi Rus askerleriydi. Yüksekten daha net olarak gördükleri için olmalı, bazen itiraz anlamında bağırıp çağırmaları üzerine benim askerlerim " sana ne oluyor!" anlamında çoğu zaman sesli tepki gösterdiğinde ortaya çok hoş bir durum çıkıyordu. İki ayrı ülkenin askerleri, anlaşılmaz dilleriyle, kendi topraklarından ötede, sadece sese dayalı  "sportif" savaş yapıyorlardı. 
Aradan yıllar geçti; bazen "iyi ki kurada orayı çekmişim" dediğim oluyor. Ne kadar tuhaf değil mi?
SOĞAN
İddia ediyorum; bu yazımı okuyanlar, içine kuru soğan doğranmış bir tabağın olmadığı masada yemek yemeyecektir. Onların bu yeni yönelimini, soğanın bu yıllara kadar hiç görülmemiş "akıllara ziyan" yüksek fiyatı da önleyemeyecektir. 
Soğan, dünyanın  ilk kültür bitkilerinden biri olarak en çok bilinen ve tüm dünyada tüketilen bir sebze. Mitolojik araştırmalar onun kıymetini, daha asırlar öncesi insanların fark etmiş olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin Yunanlar için soğan "Savaş Tanrısı" Ares'e bağlı bir değer ve cesaret amblemidir. İncil'de günah ve yalanın sembolüdür. Perslerde, kutsal sayıldığı için toprağında bu bitkiyi yetiştirmek bir onurdur. 
Antik çağda Mısırlılar, Yunanlar ve Romalıların sofralarında hep vardır. Arkeolojik ve yazılı  kanıtlar, Mısır'da piramitlerin inşasında çalışan işçilerin en önemli yiyeceğinin soğan olduğunu göstermektedir.
Soğan A vitamini, B grubu  vitaminler, C vitamini, E vitamini ve az miktarda fruktoz tipi şeker içerir. Kalsiyum, demir, magnezyum ve fosfor içerikli  mineral tuzlar bakımından zengindir.
Öncelikle belirteyim; en iyi şekilde yararlanmak için soğanın çiğ olarak tüketilmesi önerilmektedir. Hani şöyle ...bir tabağa ince ince doğrayıp çok sevdiğim bir arkadaşımın önerdiği gibi içine biraz da ufalanmış peynir  karıştırarak veya üstüne hafiften zeytinyağı döküp salata gibi yediğinizi düşünün. 
Ancak, kolit rahatsızlığı olanlar çiğ soğan yemekten kaçınmalı veya çok az yemelidir. 
Gelelim asıl konumuza; Bu sebzenin insan organizması açısından önemi nedir? Bu sorunun karşılığı  inanın sizi çok şaşırtacak. 
Çünkü;
İdrar arttırıcı özelliğe sahip. Böylece hipertansiyon riskini azaltıyor,
Midenin asiditesini arttıran Klorojenik asit ve Kafeik asit içeriği sayesinde sindirimi  iyileştiriyor,
İçerdiği Glikokinaz kandaki glikoz düzeyini düşürüyor. (Bu nedenle şeker hastalarına öneriliyor)
Kandaki kötü Kolesterol ve Trigliserid (kandaki bir tür yağ) düzeyini  düşürüp pıhtı oluşumunu engelliyor,
Çiğ yenildiğinde bağırsaklardaki kıl kurdu parazitlere karşı savaşmaya yardımcı oluyor,
Bakterilerin gelişme ve aktivitesini  arttıran  prebiyotik etkili  "İnülin"içeriyor. Bu madde balgam söktürücü özelliğe sahip olduğundan öksürük ve ses kısıklığını azaltıyor, (İnülin, bazı yararlı bakterilerin artmasına katkısı yoluyla  kalsiyumun düzenli emilini de sağlıyor)
İçerdiği GPCS (Gama Glutamil Propenil Sistein Sülfoksit) kemiklerin güçlenmesinde ve korunmasında büyük role sahip,
İçerdiği yüksek miktarda antioksidan güce sahip Kuersetin ve Antosiyaninler yoluyla  kolon ve mide kanser riskini önemli ölçüde azaltır.  (Kuersetin miktarı kırmızı soğanda daha fazladır. Bu tür soğan Antosiyanin bakımından da zengindir. Bu durum kırmızı soğanın   antikanser aktivitesini arttırmasının yanı sıra onu kötü kolesterolü düşürmede daha etkili hale getirir. Şunu da hiç unutmayınız ;  kestiğinizde gözlerinizdeki yaşarma ne kadar çok ise  soğanın antikanser etkisi o kadar büyük demektir.)
İdrar zorluğu ve karaciğer yetmezliği durumlarında faydalıdır,
Antibakteriyel ve antimikrobiyal kapasitesi yüksek olduğundan sağlığa zararlı olabilecek bakteri gibi mikroorganizmaların üremesini önler. Bu nedenle öksürük ve soğuk algınlığı, idrar yollarının iltihaplanması, eklemlerde iltihap, kansızlık, apseler ve hatta böcek ısırığı durumunda çok faydalıdır.
Pişmiş soğan olağanüstü müshil etkiye sahiptir.
Düzenli olarak soğan tüketmek hem bağışıklık sistemi açısından hem de kemik erimesini önleme açısından  kilit öneme sahiptir,
Daha ne olsun! Müthiş bir yiyecek. Ekonomik yaşamımızda hiç görülmemiş şekilde bir kilosunun 30 liraya ulaşan fahiş fiyatı sizi soğan yemekten sakın alıkoymasın. Çünkü soğan yedikçe özellikle siyasi olayları doğru olarak irdeleme kapasiteniz de artacaktır. Nereden biliyorsun demeyin; organizmanızı bu kadar olumlu etkileyecek bir besin aklınızı geliştirmede ıska mı geçecektir! Kesinlikle geçmeyecektir...
Durum bu olduğuna göre gerekirse başka masraflarınızı kısın, soğan yiyin..
Kaynak
1) Claudio Monteverdi - 2017. Cipolla: proprietà e benefici anche antitumorali
2)Anonim. Cipolla: Tante vitamine e sali minerali con effetto antitumorale.Universita di Siena/ CIBUM
3) Anonim.La Cipolla. Centro Agroalimentare di Parma
OMUZU DÜŞÜK ÖĞRETMEN ADAYI
Bu "ne biçim başlık!" demeyin! Yazının tamamını okuyunca bunun çok uygun olduğunu anlayacaksınız.
Ben lise çağlarımda hep öğretmen olmayı hayal eden bir öğrenciydim. Ne öğretmeni diyeceksiniz; çok sevdiğim için hep başarılı olduğum iki ders, Fransızca ve Coğrafya olduğuna göre bunlardan biri. Böyle olduğum için her öğretmenin sınıftaki davranışını ve uygulamalarını kendime göre irdelerdim.
Peki, neden öğretmen olmadın diyeceksiniz; Liseden mezun olduğum yıllarda her fakülte, alacağı öğrencileri kendi giriş imtihanı ile seçiyordu. İ,Ü,Orman Fakültesini de kazanmıştım ve bakanlık tarafından bu fakülte öğrencilerine 4 yıl boyunca çok iyi miktarda aylık burs veriliyordu. Memur çocuğu olarak bundan faydalanmayıp ailemi mali sıkıntılara sokacak şekilde üniversite tahsili yapmam mümkün olamazdı. (İzmit Lisesinin aynı sınıfından, aynı konumda 4 öğrenci arkadaş Orman Mühendisi  olduk.)
Ben Yd.Sb. olarak Kars'ın Digor'unda askerlik hizmeti sonrası 1971 yılında Koyulhisar Orman İşletme Müdürlüğünde çalışmaya başladım. İşletmenin en yoğun çalışmaları bahar ve yaz aylarında, yemyeşil ormanlarla kaplı ve büyük bir köy görünümündeki Ortakent (Sisorta) nahiyesindeki Orman Bölge Şefliğinde oluyordu. 
Orada, biri müdürlük görevi de yüklenmiş sadece üç öğretmenin çalıştığı bir ortaokul vardı.
Burada görevli Orman mühendisleri ve öğretmen arkadaşlar boş vakitlerimizde Orman Bölge Şefliği lojmanında buluşup sohbet ediyor, dertleşiyorduk. Bu buluşmaların birinde, okulda müdürlük görevini de yürüten öğretmen arkadaşımız bizlere meslek hayatına nasıl başladığını anlattı:
Kendisi Diyarbakırlı ve 7 kardeşten biri. Ailenin mali durumu, kardeşlerden en büyüğünün Ankara'da sürdürdüğü Üniversite tahsili nedeniyle kendisinin ancak Diyarbakır'daki Eğitim Enstitüsü'nde okumasına imkan veriyor.
Ama burada okumak için önce test tarzı imtihandan yeterli puan alacaksın ve sonra görevli öğretmenlerden oluşan bir komisyonun mülakatından geçeceksin. O komisyon bakacak; öğretmen olması için uygun mu? Çünkü öğretmen, bakışı, duruşu, giyimi, temizliği, düzgün Türkçesini kullanıp etkili konuşması, vücut dili, fiziksel yapısı ile öğrencilere örnek olacak. Çünkü öğretmen olan bir kişi için kendisine saygı duyulmasını sağlaması olmazsa olmaz bir unsurdur. Şu hassasiyete bakar mınız.. Ne kadar doğru bir yaklaşım.
Enstitünün yatısız bölümünde yıllık kontenjan çok az ve büyük çoğunluğu kız öğrencilere tahsis ediliyor. Bu nedenle yatısız okuma için iki yıl peşpeşe katıldığı giriş imtihanlarında başarısız oluyor.
1967 yılında yatılı okuma için test imtihanında başarılı oluyor ve kurulan komisyonun karşısında mülakata alınıyor.
Ama mülakatı sona erip oradan ayrılacağı sırada komisyondaki öğretmenlerden biri "senin bir omuzun neden düşük" şeklinde, aslında "şaka" kokan bir söz söyleyince arkadaşımız yine kazanamama endişesine kapılıyor.
Çünkü o yıllarda Diyarbakır'da gençler arasında amiyane tabiriyle böyle bir omuzunu diğerinden daha düşük tutarak "efemsi" davranış adeta bir moda. Kendisi kesinlikle onlardan biri  değil ama öğretmen adaylarının seçiminde bu tür davranışların olumsuz açıdan çok önemsendiğini iyi biliyor.
Korktuğu başına gelmiyor. Enstitü hayatının başladığı günlerde öğrenim süresi 2 yıldan 3 yıla çıkarılıyor. Enstitüde sınıf geçmek, yıl sonunda her dersten ayrı ayrı imtihana girip başarılı olmakla mümkün.
O yıllarda nitelikli öğretmen yetiştirmeye öyle önem veriliyor ki son sınıflardaki öğrenciler içinde, geçen üç yıl, çok başarılı olan ve hiçbir disiplin cezası ile karşılaşmamış öğrenciler Öğretmen Okullarında öğretmenlik yapmaları için Bakanlığa öneriliyor. Çünkü, en iyi öğretmenleri ancak onların yetiştirebileceğine inanılıyor. 
Şunu hiç unutmamamız gerekiyor; Liyakatten uzaklığın yarattığı olumsuzlukların en kötü şekilde ortaya çıktığı meslek grubu öğretmenliktir. Çünkü bu uzaklığın oluşturduğu olumsuz davranışlar öğrencilere akseder ve onların sonraki yıllarda, yetki sahibi kişiler olarak da aldığı yanlış kararlar ve yaptıkları uygulamalar nedeniyle toplum dolaylı olarak zarar görür. 
İnanmakta zorlanacaksınız ama ben bu yaşımda bile bir davranışımı irdelemek durumunda kaldığımda "Her halde Perihan hanım da böyle yapardı" diye düşündüğüm oluyor. Her zaman minnet ve rahmetle andığım Perihan Başer 1951-1954 yılları arasında Hendek'te Cumhuriyet  İlkokulu'nda, öğretmenimdi. Şu etkilenmeye bakar mısınız..
Öğretmenlerin toplumsal açıdan büyük destek gördüğü yıllar; enstitüde, arkadaşım gibi yatılı okuyanlar "devlet adına okuyan" sayıldığından son sınıf imtihanları bitip mezun olanlar yaşadığı illerdeki bir okula "depo" tayin ile atanıyor ve maaş almaya başlıyor. Bu öğretmenler yeni öğretim yılının başlamasının hemen öncesinde Ankara'ya çağrılıyor ve kura çekimiyle ülkede çalışacağı yerler belirleniyor.
Hey gidi Türkiye! Konuşurken "bir omuzu diğerine göre düşük" olmadığı için de öğretmen olabilenler artık işsiz kalmaktansa süpermarketlerde raflara satılacak ürün diziyorlar.. 
Öğretmen olamadım, içimde ukde kaldı ama onları gördüğümde ağlayacağım  geliyor. 

YORUMLAR Üye Girişi

Bu Yazıya Yorum Yapılmadı. İlk Yorumu Siz Yapmak İster misiniz? 
Lütfen Resimdeki kodu yazınız
 

Kocaeli Haberci Tavsiye Formu

Bu Yazıyı Arkadaşınıza Önerin
İsminiz
Email Adresiniz
Arkadaşınızın İsmi
Arkadaşınızın E-Mail Adresi
Varsa Mesajınız
Güvenlik KoduLütfen Resimdeki kodu yazınız

Yazarın Diğer Yazıları

İzmit'in zehirli havası4 Ekim 2023 Saat: 16:19
28 Eylül 2023 Perşembe günü akşamı Kocaeli Ansiklopedisi'nin tanıtımı nedeniyle Kongre Merkezinde Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen geceye katıldım.
Batak14 Şubat 2023 Saat: 21:02
Deprem denilince aklıma İzmit’te iki alan gelir.
Çerkeslerin 101 yıl süren savaşı29 Ocak 2023 Saat: 19:35
Çerkes toplumuyla ilgili bilimsel yayınları okuyup irdeleyince bilmediğim birçok şeyi öğrendim ve çok şaşırdım. Üstelik, onların başlarına gelenleri öğrendikçe içim sızladı.
Yürüyen ağaç !22 Ocak 2023 Saat: 10:42
Bunu da duydum; yürüyen ağaç! Şaka gibi.
Kızıl Geyik5 Ocak 2023 Saat: 13:48
Kızıl Geyik (Bilimsel adı: Cervus elaphus), dünya üstündeki en büyük geyik türlerinden biridir. (Erkek olanı 100-300 Kg; dişisi 70-130 Kg)
Tüm Yazıları
DepolamaTaşıma iletme sistemiMerdiven Tırmanma CihazıEngelli merdiven tırmanıcıUluslararası evden eve nakliyatAdaklıklazer epilasyonAnkara evden eve nakliyat