17 Aralık itibariyle başlayan, hükümet üyeleri ve yakınlarına yönelik yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasının artçı sarsıntısı devam ediyor.
Kısmen siyasi gündemden kaynaklanan, kısmen ise dışsal faktörlerin tetiklediği olaylar ekonomik gündemi olumsuz yönde etkiliyor.
Yargılama sürecine iktidar kanadınca yapılan müdahaleler; HSYK (Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu)’nun yapısını değiştirmeye yönelik girişimler, Emniyet Teşkilatı’nda yapılan tayinler, soruşturmayı yürüten yargı mensuplarının görevden alma yöntemi, iç ve dış kamu oyunda olumsuz etki yaratıyor. Hükümetin aldığı yasaklayıcı ve önleyici tedbirler (internet yasağı vs), soruşturmanın tarafsız bir şekilde yürütülmesine müdahale olarak algılanıyor, hukukun üstünlüğü ilkesine gölge düşmesine neden oluyor.
AKP’nin dershaneleri kapatma girişimi ile başlayan olaylar, camia ile var olan işbirliği ve koalisyon sürecinin sonlanmasına neden oluyor. Hükümetçe yolsuzluk olaylarının, paralel devlet yapılanması tarafından planlandığı, faiz lobisince desteklendiği ve dış komplo olduğu yolundaki iddiaları, iç ve dış kamuoyunu ikna etmeye yetmiyor. Yaşananlar devlet krizi tanımına neden oluyor, ülkemiz algısının ve itibarının olumsuz yönde etkilemesine yol açıyor.
Siyasi kırılmanın başlangıcını gezi olaylarına kadar götürmek gerekiyor. 2011 yılında yapılan anayasa değişikliği ile birlikte, yargıda arzulanan kadrolaşma olanağına kavuşulduğu, Balyoz ve Ergenekon davaları ile de askeri vesayetin geriletildiğine olan güvenin, AKP’nin sistemi tek başına kontrol etme gücünü kendinde bulmasına, sivil vesayete ve otoriter bir yapılanmaya yönelmesine olanak sağlıyor.
Denetimsiz yönetim gücü, aşırı kibir ve kendine olan güven duygusu Sayın Erdoğan’ı, toplum mühendisliğine soyunarak, dindar nesil yetiştirme, özgürlük alanlarını daraltma söylem ve eylemlerine yöneltiyor. Özel yaşama müdahale girişimleri, masumane olarak başlayan, “Gezi Parkı”nı koruma kaygısıyla hareket eden gençlere güvenlik güçlerince yöneltilen şiddet, toplumsal infiale, ülkemiz demokratik itibarının sarsılmasına neden oluyor.
AKP iktidarının; Kemal Derviş tarafından hazırlanan istikrar programını uygulama kararlılığı, küresel ekonomik sistemin aktörü olma tercihi, AB ile ortaklık sürecini yürütme politikası, yabancı sermaye girişini teşvik ediyor, büyüme ve milli gelir artışı sayesinde göreceli bir başarı sağlıyor, bu sayede yıllar itibariyle oy oranını arttırma olanağına kavuşuyor.
2008 küresel finansal krizinden çıkış süreci aşamasında; ABD Merkez Bankası (FED)’in krizden çıkış yöntemi olarak, finans kuruluşları ve reel şirketleri kurtarmaya yönelik olarak piyasaya 2.2 trilyon USD tutarında likidite enjekte etmeye başlıyor, parasal bolluktan, bizimde içinde yer aldığımız gelişmekte olan ülkeler istifade ediyor, kalkınma hamlelerine destek sağlıyor.
Bu kez FED’in, ekonomik göstergelerdeki iyileşmenin sonucu, olarak, piyasalara enjekte ettiği likiditeyi geri çekme amacıyla, 2013 yılı sonu itibariyle, tahvil alımında kısıtlamaya gidiyor. FED’in söz konusu likiditeyi daraltma kararı nedeniyle, bu kez kırılgan 5’ler olarak tanımlanan(Türkiye, Brezilya, Hindistan, Endonezya, G.Afrika) ülkelerinden fon çıkışının yaşanacağı, ekonomik gelişmelerinin sekteye uğrayacağı öngörülüyor. Aşağıdaki makro veriler itibariyle de, riskli grupta yer alan Türkiye’nin, en fazla etkileneceği konusunda ekonomi çevrelerinde görüş birliğine varılıyor.
1) Dış ticaret açığının (ithalat-ihracat farkının) 2013 yılı itibari ile 100 milyar USD civarında oluşması,
2) 2013 yılı itibariyle, Cari açık (döviz açığı)’nın 6o milyar USD mutlak değer olarak, milli gelirin % 7’sine ulaşması, bu oranın yüksek bir rakamı ifade etmesi,
3) Özel sektörün döviz kredi ve ticari borç toplamının 255 milyar USD bir düzeyde yüksek seyretmesi, kamu ile birlikte dış borç stokunun 367 milyar USD’ye varması,
4) Kıssa vadeli dış borç ve cari açık toplamı olan 220 milyar USD ile GSMH (Gayri Safi Milli Hasıla) nın % 25’ini ifade etmesi, TCMB’nin 38 milyar USD’lik ile net rezerv stokunun, ani ve yüklü sıcak para çıkışı durumunda korunaklı olmaması,
5) Enflasyon hedefinin realize edilememesi , 2013 yılı itibariyle % 7.4 yüksek bir oranda gerçekleşmesi, 2014 yılı için öngörülen % 5 hedefinin ise, Ocak-2014 ayı itibariyle tutturulamayacağının anlaşılması,
6) Yaşanan siyasi gelişmelerin; merkezi ve yerel yönetimlerin, hesap verilebilirlik ve şeffaflık ilkelerine uymamalarının bir sonucu olduğu kanaatine varılması, hükümete, kamu ve TCBM yönetimine olan güvenin sarsılması,
7) Kırılgan ülkeler arasında % 12 oranı ile tasarruf oranı en düşük ülke olarak sivrilmesi, hane halkı borç toplamının, GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) riskli düzeyde olması, iç tüketimi kısmaya yönelik tedbirlerin (kredi kart vade sınırlama vs.) uygulamasında gecikilmesi,
8) Yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğüne olan güvenin dış ekonomi çevrelerinde sonlanması,
9) Büyümenin iç tüketim ve inşaat sektörünün perfonmansı ile sağlanması (sadece İstanbul’da 100 civarında AVM’nin abartılı varlığı),
10) Ekonominin yönetim kademesinde koordinasyonun eksikliği,
Yukarıda saptana olumsuz makro veriler ülkemizi en kırılgan konumuna yükseltmekte, risk primimi artırmaktadır. Bu nedenle FED’in kriz süresince piyasalara pompaladığı fonlarını geri çekme kararı en fazla ülkemizi etkileyeceği öngörülmektedir.
Küresel sistemde yaşanan olumsuz gelişmelere karşın; hükümet kanadı, faiz lobisi takıntısının etkisi altında kalarak, TCMB yönetimini siyasi baskı altına alarak, faiz artırma kararının geç alınmasına neden olmuştur. Kurların ekonomi açısından riskli bir düzeye yükselmesi suretiyle, firmaların zor durumuna düşmesine, maliyetlerin artmasına, büyümede öngörülen % 4 oranının tehlikeye girmesine, işsizliğin yükselmesine, enflasyon riskine yol açmıştır.
Hükümetin yapısal reformları zamanında yapamaması, ekonomiyi katma değeri yüksek üreti m modeline dönüştürememesi, küresel gelişmeleri zamanında fark edip, tedbir alamaması nedeniyle şirketleri ve tüketicileri zor günlerin beklediği, tedbirli olunması gerektiği öngörülmektedir.
Saygılarımla,
Cavit İNAM,