Basın açıklaması şöyle:
Elektrik Mühendisleri Odası (EMO), Ana Yönetmeliği gereği, Anayasal dayanağa sahip kamu kurumu niteliğinde bir meslek örgütü olarak, "mesleğin üye toplum ve ülke yararlarına göre uygulanması ve geliştirilmesi için gerekli çabaları göstermek, uzmanlık alanında ülke çıkarlarına uygun politikalar üreterek bunları savunmak, kamuoyu oluşturmak, ilgilileri uyarmakla yükümlüdür. Yine Ana Yönetmeliği’nde odamızın amaçları kapsamında "Meslek, ülke ve üye çıkarlarını korumak için resmi makamlar ve öteki ilgili kuruluşlarla işbirliği yapmak, önerilerde ve girişimlerde bulunmak, gerektiğinde çalışma alanına ilişkin olarak kanuni yollara başvurmak" yer almaktadır.
EMO, elektrik hizmetinin kamu hizmeti anlayışıyla planlanması, yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarımızın kesintisiz, kaliteli, verimli, ucuz bir şekilde halka sunulması gerektiğini düşünmektedir. Ne yazık ki son 20 yıllık dönemde elektrik enerjisi alanında dayatılan bölünme, serbestleştirme, özelleştirme politikaları bu amaçları gerçekleştirmekten uzak olduğu gibi tersi sonuçlara yol açmaktadır. Bugün elektrik enerjisi alanı, kamunun yatırım yapması 4628 sayılı Elektrik Piyasası Yasası’nın ardından engellendiği için, tamamen özel sektörün keyfine bırakılmış, gerekli yatırımlar yapılamamış, ülkemiz enerji açığı riskiyle karşı karşıya bırakılmıştır. Elektrik enerjisinde ne arz güvenliği ne de fiyat istikrarı sağlanabilmiştir. Halkımız, elektrik talebinde rekor düşüşün yaşandığı 2009 yılında bile elektrik fiyatlarına yapılan zamla karşılaşmış, 2010 yılında maliyetlerdeki düşüş nedeniyle yapılacak indirim ise özelleştirme öncesinde alıcı şirketlere kar garantisi sunulabilmesi için bizzat hükümetin yaptığı müdahale ile engellenmiştir. Tüm bu süreçler hükümetin uyguladığı enerji politikalarında kamu yararının bulunmadığını açıkça göstermektedir.
Bu saptamalarımız, temelleri olmayan, ideolojik kabuller değil, bizzat yaşam içerisinde de bugün doğrulanmış gerçekler olup, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarına, alıcı şirketlerin demeçlerine, köşe yazarlarının makalelerine dahi yansımıştır. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı ise "aklına estikçe mahkemeye gidenlerle uğraşmamız lazım" açıklamasında bulunmuştur. İnsanların, kurumların yargıya başvurma hakkını engellemeye dönük açıklamalar yapan bir Bakan’a, miting meydanlarında Danıştay’ı yuhalattıran bir Başbakan’a sahip siyasal iktidarın anayasa değişikliği girişimi de demokratik değil, tam tersine antidemokratik bir adım olarak ortaya çıkmıştır.
Siyasal iktidarın yandaş medyası da kervana katılmış, EMO’yu 4 dağıtım bölgesinin ihalesine dava açacağına ilişkin açıklaması nedeniyle Sabah ve Takvim gazetelerinin dünkü (12.08.2010) "Elektrikte Oda Terörü", "Odadan Tehdit" başlıklarıyla manşetinden hedef göstermeye kalkmıştır. Elektrik Mühendisleri Odası, kamu yararına aykırı olduğunu düşündüğü konularla ilgili, öncelikle çeşitli yöntemlerle kamuoyunu aydınlatmaya çalışmakta, ikinci aşamada da süreçleri yargıya taşıyarak, işlemlerin idari yargının denetiminden geçmesini sağlamaya çalışmaktadır. EMO bugüne kadar yapılan 12 dağıtım özelleştirmesine ilişkin olarak da dava açmış olup; bu davalar farklı aşamalarda bulunmakla birlikte yargı süreci devam etmektedir. Son yapılan 4 dağıtım bölgesi ihalesini de hukuki incelemelerin tamamlanmasının ardından yargıya taşıyacaktır. İdarenin her türlü işlem ve eylemi yargı denetimine açıktır. Bu kapsamda, özelleştirme işlemlerinin de yargıya taşınması doğal, yasal bir süreçtir. Böyle bir sürecin "tehdit", "terör" gibi nitelendirmelerle tanımlanması en hafif deyimiyle hukuk devletine karşı bir tavır olarak açıklanabilir. EMO, kimseyi tehdit etmemekte, sadece Anayasa ve yasalardan aldığı yetki ve sorumlulukla, yargıya başvuracağını açıklamaktadır. Odamız, yalnızca siyasi iktidarların yanlış tercihleri dolayısıyla sürekli faturası kabaran vatandaşın hakkını savunmaktadır. Yargıya başvuracağını açıklayan bir meslek örgütünün, "tehdit" ve "terör" gibi kavramlarla sindirilmeye çalışılması, bir adım ötesinde, başvuruyu değerlendirecek mahkemeleri de baskı altına alma çabasıdır. Haberin içeriğine bakıldığında, Başbakan’ın açıklamalarından derlenen kutu haberle "Danıştay’ın ülkeye faturası 2.6 milyar dolar" başlığıyla Danıştay’ın da hedef alındığı açıkça görülebilecektir.
Bu haberin doğru okunması için yurttaşlarımızın bilmesi gereken gerçeklerin altını çizmek zorundayız. Söz konusu iki gazetenin sahibi Çalık Grubu olup, EMO’nun dava açtığı ihalelerin katılımcısı, Yeşilırmak Elektrik Dağıtım A.Ş’nin alıcısı konumundadır. Dolayısıyla kamunun haber alma özgürlüğünü temsil etmesi gereken ve bu anlamda kamu yararı doğrultusunda haber yapması beklenen bir basın kuruluşunun dar bir çıkar grubu olan şirket tarafını temsil ettiği açıktır. Bu basın kuruluşu ile siyasal iktidar arasındaki ve siyasal iktidarın bugün en önemli gündem maddesi olan anayasa değişikliği paketi arasındaki girift ilişki ise yurttaşlar tarafından iyi değerlendirilmelidir. Bu medya kuruluşunun sahibi olan şirketin Genel Müdürü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın damadıdır. AKP Hükümeti, Anayasa değişikliği ile Danıştay’ın kamu yararı kapsamında siyasal iktidarın işlemlerine yönelik hukuki denetim yetkisine müdahale etmek istemektedir. 1990’ların sonunda yapılan elektrik dağıtım ihalelerinde medya kuruluşlarının kamu ihalelerine girişi yasak olduğu için EMO’nun açtığı davalarda ihale iptalleri gerçekleşmişti. Bu tür kamu yararını korumaya dönük düzenlemeler ne yazık ki neoliberal politikalar doğrultusunda son 20 yıl içerisinde tırpanlanmış, Anayasamız da bu anlamda uluslararası tahkim gibi düzenlemelerle daha da geriye götürülmüştür. Şimdi gündeme getirilen Anayasa değişikliği paketi de bu anlamda demokratik bir hukuk devleti için atılan adımları içermemekte, tersine yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını olumsuz etkileyecek düzenlemelerin üzerine oturmaktadır.
Kamu yararına enerji politikalarının uygulanmasını talep ettiği, bunun için partilerin dar çıkar anlayışlarından uzak kamunun özerk yapılanması içerisinde elektrik hizmetinin sunulmasını istediği için EMO’nun baskı altına alınmaya çalışılması demokrasi anlayışıyla bağdaşmamaktadır. Kişi ve kurumların iktidarın ekonomik modelini ve uygulamalarını onaylamak için zorlanması, hatta daha da ileri gidilerek hedef gösterilmesi, tehdit edilmesi kabul edilemez. Bugüne kadar EMO, özelleştirme gibi enerji alanına yönelik uygulamalar hakkında çeşitli siyasal iktidarlar döneminde de yargı yoluna başvurmuş, şimdiye kadar hiçbir dönemde hukuki yollara başvurduğu için "terörist" ilan edilmemiştir. Aynı gazeteler bugünkü sayılarında "Hasan Balıkçı niye öldü", "Oda terörüne büyük tepki", "Özelleştirmelere yargı engeli yetki alanı tartışması başlattı" başlıkları altında sundukları haberlerde EMO’yu ve özelleştirme karşıtı mücadele yürütenleri karalamaya devam etmektedir. Hasan Balıkçı, kayıp-kaçak elektrik kullanımına karşı verdiği mücadelede hain bir saldırı sonucu yaşamını yitirmiş bir üyemiz ve EMO yöneticilerimizdendir. Gazete, "Balıkçı’nın yaşarken üyesi olduğu EMO ise şimdi elektrik özelleştirmelerinde kamu yararı yok diye iptal davası açıyor. Merak ediyoruz EMO hangi kamunun yararının peşinde?" diye soruyor. Gazetenin bilmediği, bilse de kendi çıkarları doğrultusunda yok saydığı gerçek şudur ki, Hasan Balıkçı özelleştirmelere karşı da mücadele etmiş, ÇEAŞ özelleştirmesine karşı bizzat kişisel olarak kendisi dava açmıştır. EMO yıllarca Balıkçı ile birlikte mücadele etmiş, Balıkçı’nın katledilmesinin ardından da dava sürecinin her aşamasında takipçisi olmuş, bugün de Balıkçı’nın mücadelesinin aydınlattığı yol da EMO görevini yapmaya devam etmektedir. Kayıp ve kaçaklarla mücadelenin yolu özelleştirmelerden değil, kamusal bilinç ve toplumsal politikaların yaygınlaştırılmasından geçmektedir. Yine aynı gazetelerde "İş Dünyasından EMO’ya Sert Tepki" başlığı altında verilen haber, söz konusu ihalelerin alıcısı konumundaki şirketlerin görüşlerinden oluşturulmuştur. Bu durumu da gazetecilik etiği açısından sorgulamaya bırakıyoruz. Tüm bu baskılara karşı EMO doğru bildiği yoldan dönmeyecek, kamu yararı önceliği doğrultusunda dağıtım özelleştirilmelerinin de hukuk süzgecinden geçmesi mücadelesini sürdürecektir.
Anayasa değişikliği paketinin "EMO olarak kamu yararı açısından yargı önüne taşıdığımız pek çok idari işlemin iptali ile sonuçlanan süreçlere yönelik olarak yargı yetkisini kısıtlamaya dönük bir müdahale içerdiğini" saptamış bulunuyoruz. Bu durum EMO olarak anayasa değişiklik paketini ayrıntılı olarak incelememiz zorunluluğunu yaratmıştır. Bu incelememizi "Kontrolsüz Güç Arayışında İktidarın Halk Oyunu" başlığıyla hazırladığımız kitapçık aracılığıyla kamuoyu ile paylaşıyoruz. Anayasa değişiklik paketine ilişkin olarak temel tespitlerimizi şöyle sıralayabiliriz:
- Anayasa’nın 125. maddesinde yapılmak istenen değişiklikle yargı yetkisinin yerindelik denetimi şeklinde kullanılamayacağı Anayasa’ya eklenmektedir. Oysa ki mevcut Anayasal düzenleme de yargının hukuka uygunluk denetiminin sınırlarını çizerek, yerindelik denetimi yapılmasına izin vermemekte, hatta mevcut İdari Yargılama Usul Kanunu’nda açıkça yerindelik denetimi yasaklanmış bulunmaktadır. Yargının yetki sınırlarının dışına taştığı eleştirileri kadar denetim yetkisini idare lehine kullandığı eleştirileri de yapılmaktadır. Burada yerindelik bahanesi ile yargının hukuka uygunluk denetimi sınırlandırılmak istenmektedir. Düzenlemenin gerekçesi de, AKP’nin basın açıklamaları ve miting meydanlarındaki konuşmalar da gerçek amacı ortaya koymuştur. AKP’nin 25 Nisan 2010 tarihli bilgilendirme notunda "Kamu yararı gibi sübjektif bir kavramla birçok özelleştirme kararı iptal edilmiş, küresel sermayenin Türkiye’de yatırım yapması ile ilgili birçok zorluk çıkarılmıştır" denilmektedir. Bir işlemin kamu yararına uygun olup olmadığının denetlenmesi yerindelik denetimi değil, hukuka uygunluk denetimidir ve idare hukukunun doğduğu günden bu yana uygulanmaktadır. Kamu yararının "sübjektif" bir kavram olduğunu ileri süren AKP’nin, ülkeyi yönetirken yaptığı işlemleri hangi kavramlara dayandırarak gerçekleştirdiği merak konusudur.
- Ülkede üretime yönelik hiçbir yatırım yapılmadan, kamunun elinde bulunan ve yurttaşların ortak ihtiyaçlarının sağlanmasına yönelik kamu hizmetleri piyasaya açılırken, kamu yararı kavramı da ortadan kaldırılmaktadır. Artık "özel çıkarlar", "sermaye gruplarının çıkarları", "iktidardakilerin çıkarları" ön plana alınmaktadır. "Kamu yararı" kavramı istenmeyen bir kavram haline getirilmiş, siyasi iktidarın hizmet ölçütleri arasından çıkartılmıştır. Aynı şekilde yargı organlarının da bu ölçüte bakmaması talep edilmeye başlanmıştır. Şimdi de yargı üzerinde bu yönde kurulan baskı Anayasa hükmü haline getirilmek istenmektedir.
- Tarihsel bir perspektif içerisinde bakıldığında darbe dönemlerinin anayasalarından daha da öteye gidilmek suretiyle, idari yargı pratiğine müdahale anlamını taşıyan bir hükümle yürütme organının yargısal denetimi daha da sınırlandırılmaktadır. 12 Mart Askeri Muhtırası’nın ardından 1961 Anayasası’ndaki idarenin eylem ve işlemlerine yönelik yargısal denetim, yürütme görevini sınırlayacak tarzda kullanılamayacağı yönünde daraltılmıştır. 1982 Anayasası ile de idarenin takdir yetkisini kaldıracak şekilde yargı kararı verilemeyeceği hükmü getirilmiş, Cumhurbaşkanı ve Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararları yargı denetimi dışında bırakılmıştır. 1999 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile imtiyaz anlaşma ve sözleşmeleri üzerinde Danıştay’ın inceleme yetkisi kaldırılmış, bu yetki görüş bildirme düzeyine indirgenmiş, kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerindeki uyuşmazlıklar için uluslararası tahkim yolu açılmıştır. Referanduma sunulan Anayasa değişiklik paketinde ise YAŞ’ın yalnızca disiplinsizlik ya da irticai davranışlarından dolaylı ilişiği kesilen askeri personel ile ilgili kararları için yargı yolu açılmakta, diğer kararları için yargısal denetim yasağı sürmektedir. Cumhurbaşkanı’nın tek başına yapacağı işlemler için de yargı yolu kapalı tutulmaya devam edilmektedir.
- Başbakan’ın miting meydanlarında referanduma evet oyu isterken Telekom’un özelleştirilmesine ilişkin verdiği örnek ise gerçeklerin çarpıtılmasından ibarettir. AKP, yıllar içinde Türk Telekom’un değerinin düştüğünü ve özelleştirilmesine yönelik engellemeler nedeniyle Türkiye’nin zarar ettiğini iddia etmektedir. Türk Telekom’un ihalesinden 10 gün önce yüzde 26 oranındaki hissesi özelleştirilen Pakistan Telekom’un yüzde 100 hissesi 10 milyar dolara tekabül edecek şekilde satılmıştır. Pakistan Telekom, Türk Telekom’un dörtte biri büyüklüğünde bir şirkettir. Bu kıyaslama bile Türk Telekomun özelleştirildiği tarihteki piyasa değerinin 40 milyar dolar seviyelerinde olduğunu göstermektedir. AKP Hükümeti bizzat kendi eliyle belirlediği değer tespiti nedeniyle, Türkiye’nin 15-20 milyar dolar zarar etmesine neden olmuştur. Kamu hizmeti imtiyaz sözleşmelerine konulan tahkim koşulları nedeniyle Türkiye yüz milyonlarca dolar tazminata mahkum olmuş ve milyar dolarlara ulaşan yüksek meblağlar içeren bir çok tahkim davası da halen devam etmektedir. Eğer gerçekten ekonomik kayıplar göz önüne alınmış olsaydı, bugün referanduma götürülen Anayasa paketi içerisinde, 1999 yılında eklenen tahkimle ilgili düzenlemelerin iptali söz konusu olurdu.
- Gerek EMO olarak açtığımız gerekse başkaca demokratik kitle örgütleri tarafından siyasi iktidarların keyfi özelleştirme işlemlerine karşı açılan davalarla, büyük miktarlarda kamu zararının önlenmesi söz konusu olmuştur. Örneğin Türk Telekomun GSM işletmecisi şirketlerle imzalamış olduğu arabağlantı anlaşması EMO tarafından yargı önüne götürülerek, AKP’nin hoşuna gitmediği anlaşılan kamu yararı gerekçesiyle iptali sağlanmıştır. GSM işletmecisi şirketlerden EMO’nun açtığı dava sonucunda faiziyle birlikte yaklaşık 3.5 katrilyon lira (eski para birimi ile) 2004 yılında Hazine’ye aktarılmıştır.
- Yargı kararları, AKP’nin iddia ettiğinin tersine örneklerle doludur. Örneğin TÜPRAŞ özelleştirmesinde Petrol İş Sendikası’nın açtığı dava üzerine Danıştay’ın iptal ettiği ihalede yüzde 66’sı için 1.3 milyar dolar verilen TÜPRAŞ’ın yüzde 51 hissesi için 8 ay sonra yapılan ihalede 4 milyar 140 milyon dolar fiyat verilmiştir. Dolayısıyla Danıştay’ın özelleştirme işlemlerini hukuka ve kamu yararına uygun yapılmadığı için iptal etmesiyle zarara neden olduğu iddiası gerçeklikle bağdaşmamaktadır. Kaldı ki ortada ekonomik bir zarar varsa bu zararın sorumlusu da hukuki denetim yapan yargı değil, hukuka ve kamu yararına aykırı işlem yapan ilgili idarelerdir. Ayrıca kamu yararı, iktidarın algıladığı gibi yalnızca ekonomik getiri ile ölçülecek bir kavrama da indirgenemez. AKP Hükümeti, kendi hukuksuz işlemlerinin sorumluluğunu yargıya yıkmakta, yargısal denetimin önünü keserek, iddia ettikleri gibi "milletin egemenliğini" değil, kendi keyfi yönetimini egemen kılmak istemektedir.
Temel değerlendirmelerimizi burada sizinle paylaşmakla birlikte kitapçığımızda Anayasa paketinin tüm düzenlemeleri tek tek ele alınarak bütüncül bir değerlendirme yapılmaya çalışılmıştır. Anayasa değişikleri bir bütün olarak ele alındığında, öncelikli olarak yargının hedef alındığı görülmektedir. Demokratik işleyişin temeli olan kuvvetler ayrımı ilkesine müdahale anlamına gelen bu değişiklikler ile iktidarın kontrolsüz bir güç arayışında olduğu anlaşılmaktadır. Temel hak ve özgürlüklerin öncelikli olarak güvencesi hukuk devleti ilkesidir.
Yargıya yönelik düzenlemeler dışındaki anayasa değişikliği paketinde yer alan diğer hükümler ise mevcut hakların bile güvence içerisinde yaşamda yer bulamadığı bir ortamda anlamlı olamamaktadır. TBMM’de grubu bulunan partilerin itiraz etmediği, simgesel de olsa iyileştirmeler sağlayan değişikliklerin çoğu zaten uygulamada olan veya yasalarla güvence altına alınması gereken temel hak ve özgürlüklere ilişkindir. Bu nedenle ileri adımlar olarak nitelendirilen bu maddelerin büyük kısmının Anayasa’ya işlenmesi reform olarak değerlendirilemez. Anayasa paketine bu maddeler dolayısıyla "evet" oyu verilmesi ise yargı bağımsızlığını etkileyen ve iktidarların faaliyetlerinin denetlenememesine yol açacak değişikleri de hayata geçirecektir. Bu durum ise getirilen olumlu düzenlemelerin yaşam içerisinde yer bulabilmesi önünde başlı başına bir engel oluşturmaktadır. Dolayısıyla bırakın verilen hakların güvence altına alınmasını, mevcut hakların güvencesini oluşturan hukuk devleti üzerinde ciddi bir tahribata yol açacak, yargı bağımsızlığını daha da olumsuz noktalara götürecek olan bu anayasa değişiklik paketine "evet" denilmesi mümkün değildir. 12 Eylül darbesinin yaratmaya çalıştığı "denetlenemeyen, sorgulanamayan iktidar" kavramına karşı bugüne kadar yürütülen mücadelenin sona erdiğini tescilleyecek olan bu değişiklikleri reddetmek, tüm yurttaşların birincil görevidir. Tüm meslektaşlarımızı, 12 Eylül rejimini pekiştirecek, kontrolsüz güç oluşumunu hedefleyen bu değişiklik paketine karşı "HAYIR" oyu vermeye çağırıyoruz.
ELEKTRİK MÜHENDİSLERİ ODASI
KOCAELİ ŞUBESİ
6.DÖNEM YÖNETİM KURULU
13 Ağustos 2010