17 Aralık’tan bu yana devam eden yolsuzluk ve rüşvet soruşturmalarının yarattığı kaos ortamı ve kargaşa devam ediyor, kamplaşmalar derinleşiyor, moraller bozuluyor, siyaset algısı giderek kötüleşiyor ve dibe vuruyor.
Tam da bu noktada, geleceğe olan güvenimizi onaracak ve “Yeni Türkiye” imajını şekillendirecek olan çıkışın; 30 Mart’ta başlayacak seçim sürecinde, halkımızın sağduyusunun sandığa yansıtarak, yaşanan olaylar karşısında tavrını net olarak ortaya koyarak, karamsarlığımızı dağıtacağına ve bizleri umutlandıracağına olan inancımı koruyorum.
Halkımızın neye göre ve nasıl bir tercih yapacağı ve hangi ilkeleri gözeteceği varsayımından hareketle, ülke yönetimi konusundaki görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Dünyamızda bunca yaşanan acı tecrübeler sonucu, bugün vardığımız aşamada, demokrasinin tek ve tartışılmaz yönetim biçimi olduğu açıktır. Demokrasinin uygulamasında, tüm kurum ve kuruluşların hayata geçirilmesi esastır. Halkın tek seçici ve belirleyici olduğu bir sistemde, kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü vazgeçilmez unsurlardır.
Seçimle işbaşına gelen kadroların devlet işleyişinde şeffaf bir yönetim anlayışını, hesap verirlilik ilkelerini benimsemeleri, yandaşlık duygularından, ideolojik kimliklerinden arınarak, liyakat esasına dayalı bir yönetim anlayışını hayata geçirmeleri sistemin vazgeçilmez ve olmazsa olmaz uygulamaları arasındadır.
70 yıla varan demokrasi serüvenimizin hiçbir evresinde, ideal düzeyde demokrasi uygulamasına yer verilememiş, buna dayalı olarak, toplumsal huzursuzluk ve kargaşa ortamı devam etmiştir. Uygulama yetersizliği zaman zaman askeri darbelere neden olmuş, askeri ve sivil bürokratların sistemi tıkamalarına yol açmış, içinde bulunduğumuz dönemde ise dinci kadroların sivil vesayete yol açan yönelmelerine, karar ve uygulamalarına yer verilmiştir. “Yeni Türkiye” inşa aşamasında, kendi kısır dünya görüşlerinden hareketle ülkeyi kamplaşmalara sürüklemişlerdir. Söz konusu gelişmenin toplumsal yansıması “Gezi Olayları” ile uç vermiştir. Ve halen olaylar devam etmektedir.
Cumhuriyet tarihimiz boyunca yolsuzluklar, haksızlıklar, kıyımlar, kadrolaşmalar hiç eksik olmamış, bu olumsuzluklar sistemin ideal boyuta ulaşmasına hep engel olmuştur. AKP iktidarı döneminde bu hastalıklar ileri düzeye ulaşmış, alternatifsizlik, iktidar yorgunluğu ve aşırı güven ortamı iktidar kanadını büyük hatalara ve ben merkezci bir anlayışa ve uygulamaya yöneltmiştir. Bugün için ise, sorunların içinden çıkılamaz boyutta ulaşmasına, nihayetinde devlet krizine neden olunmuş, ülke yönetilemez duruma sürüklenmiştir.
Çıkış yolunu halkımız hür seçimlerde kendi iradesi ile belirleyecektir. Nasıla gelince:
Yaşadıklarımızdan din kurumun yönetsel sistemimizde referans alınma gayret ve amaçları yerine, kültürümüzün veya toplumsal yaşantımızın ortak bir paydası olarak değerlendirilmesinin, birleştirici ve kaynaştırıcı rolünün öne çıkarılmasının zorunluluğunu bize hatırlatmış ve göstermiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet organı olmaktan çıkarılmasının veya özerk bir yapıya kavuşturulmasının, tüm inanç grupların temsil edildiği eşitlikçi bir yapıya dönüştürülmesinin gereğini göstermiştir.
İnsanlarımızın ahlaki yönden geliştirecek, demokrat , toplumcu, sorgulayıcı, araştırıcı, yenilikçi ve gelişmelere açık bir nesil yetiştirme konusunda eğitim sistemimiz yeniden yapılandırılmalıdır. Bu bağlamda, bilim ve din felsefesi yanında, bilimsel enstrümanlardan istifade edilmelidir.
Partilerimizin dar ve yandaş kadro anlayışını terk etmesi gerekmektedir. Liyakat esası mutlaka benimsenmelidir. Kadro seçiminde, işe uygunluk kriterleri esası dikkate alınmalı, hamili yakinimdir anlayışı terk edilmeli, mesleki yeterlilik öncelenmeli, bireyin dünya görüşü, dindar, muhafazakar, sosyalist vb. gibi tercihleri görev dağılımına engel olmamalıdır.
Dünyanın en ideal yönetim sistemi demokrasi olduğu gibi, bu sistemin bugün için en iyi formülasyonu AB standartlarında hayat bulmuştur. Doğu-Batı perspektifinden bakarsak; doğu ülkeleri halen mezhepsel ve etnik farklılık temelinde ve despotik yönetimler altında kargaşa içinde debelenip, sömürü bölgesi olmaya devam ederken; Avrupa kıtası devletleri yaşadıkları kargaşa ve iç çatışmalardan ders çıkarmasını bilebilmiş, Stefan Zwing gibi entelektüellerinin de katkısı ile demokrasi ve yönetsel ilkelerini adım adım geliştirerek, bugünkü AB müktesebatını oluşturmuşlardır.
Yaşadığımız süreç ve geçmişten bugüne dek yaşananların perspektifinden bakıldığında, AB’nin ulaştığı ve uyguladığı yönetsel kriterlerin örnek alınması, kendi bünyemize adapte edilmesini ve ortaklık sürecinin bir an önce sonlandırılmasını zorunlu kılmaktadır. Siyasi kadroların yanlış ve kötü niyetli tercihlerin set çekecek, istismarı önleyecek, yolsuzlukların önüne geçecek, kontrol mekanizmalarının ve baraj uygulamalarının sistemimize monte edilmesini gerektirmektedir.
Bugün için yaşanan karmaşa da dikkate alındığında Ankara’da tek merkezde ve hatta tek kişi de toplanmış olan yönetim gücünün sorun yarattığı, çeşitli istismarlara yol açtığı bugünlerde yaşadığımız olaylar ışığında daha iyi anlaşılmıştır. Bu nedenle yine AB müktesebatında yer alan ”Yerel Yönetimler Özerklik ” modelini uygulamaktan yüksünmemeli ve çekinmemeliyiz. Bu konuda korkularımızdan arınmalı ve kendimize güvenmeliyiz.
Tüm bu saptamalarımızda hareketle nihai kararı ve sözü halkımız söyleyecektir. Ülke yönetimini şahısların dindar, muhafazakar veya sosyalist kişiliklerine güvenerek kişilere veya kurumlara yönelinmesi yerine, ilkelerin öne çıkarıldığı, yolsuzluk, kayırmacılık ve kamuda rüşveti önleyecek düzeyde yapılanmasını sağlayan, siyaset ve ticaret anlayışının ötesinde, idealler için siyaset anlayışını yücelten kurumlara prim verilmelidir.
Halkımız seçim sürecinde sahaya inmesini, ideolojik ve önyargılarından arınarak, kendisini, ailesini ve ekonomik sosyal yaşantısını etkileyecek kararını sağduyu çerçevesinde vermesini, denetim görevini yerine getirmesini dilemekte, halkımızın sağduyusuna güvenmekteyim.
YAŞASIN İLERİ DEMOKRASİ.
Saygılarımla,
Cavit İNAM,