Sizlere bu hafta oldukça abartılı bir benzetmeyle merhaba demek istiyorum.
Fransız düşünür Descartes’in ünlü ‘’Düşünüyorum, öyleyse varım’’ sözcüğünü, küçük bir kelime değişikliğiyle ‘’Tüketiyorum, öyleyse varım’’ diye başlık konusu yaparak, filozofun dediği gibi düşünmeye sevk etmek isterken, aslında yine okunmama riskini de üstleniyorum.
Ama olsun; çok az sayıda da olsa okuyan çıkacaktır ve de düşünmeye değer bulacaktır diye umut ediyorum.
Düşünmek ile tüketmek arasında nasıl bir bağ kurulabilir?
Descartes, genel geçer fikirler dışında her şeyden şüphe edilmesi gerektiğine inanıyordu. Çünkü ona göre, kendi varlığının bilgisine aklı ile ulaşması, onun rasyonalizminin karakteristiği olup, çıkış noktasını oluşturmaktadır. Kısaca, düşünmek akılcılığı öne çıkarmak demektir.
Tüketmek ise, düşünmeden yapılan bir fiil olduğunda, akıl dışılığa kadar varabilir.
O halde; akıl dışı davranışı benimsemeyenlerce, tüketim toplumu modelinin, düşüncenin eleğinden geçirilerek değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bilindiği üzere, günümüzün geçerli ekonomik düzeni, serbest piyasa ekonomisidir. Kontrollü olmadığı sürece, vahşi kapitalizmin en acımasız modeli ortaya çıkabilir.
Bu düzenin çekirdeğini ise tüketim toplumu oluşturmaktadır. Her şey tüketime, en vahşi ve hoyrat biçimde de olsa tüketime endekslenmiştir. İnsan ilişkileri, iş yaşamı, çevre anlayışı, kültürel gelişme vb. gibi yaşama dair ne varsa, hepsinde piyasa ekonomisinin kâr maksimizasyonuna uygun organizasyonlar yapılmaktadır. Sonucunda da, doyumsuz bir tüketim modeli ve buna paralel bencil tüketiciler ortaya çıkmaktadır.
Geçerli düzen savunucularına göre, düzene itiraz edenler hemen geri kafalılıkla ve yoksulluğa endekslenmiş bir yaşamın savunucusu olarak takdim edilir.
Halbuki itirazın nedeni zenginliğe karşı olmak değildir. Tam tersine, zenginliğin herkes için ulaşılmasının mümkün hale getirilmesini istemektir. Mutlak eşitlik olamaz ama, fırsat eşitliği kesin olmalıdır. Zaten, verimlilik ve rekabet koşulları gereği yarışmacı bir model olan piyasa ekonomisinde bu şarttır. Bu noktada asla göz ardı edilmemesi gereken bir husus vardır: Üreterek zenginliğin ortaya çıkarılışı sırasında ise, bazı değer yargılarının öne çıkartılması ve ahlâk standartlarının varlığı olmalıdır. Örneklemek gerekirse; emek sömürüsü yapılmamalı, çevreye zarar verilmemeli, altta kalanın canı çıkmamalı, vb. gibi…
Ama, böylesi bir düzen değişikliği, haksızlıklarla dolu mevcut sistemden faydalanarak zenginleşmiş olanlarca asla arzu edilmez ve şiddetle karşı çıkılır.
Bir başka karşı çıkanlar ise, yazımızın başlığına konu olan kesimlerdir.
Bunlar, düşünmek yerine tüketerek var olmayı tercih edenlerdir.
Niye böyle bir yargıya varıyorum:
Çünkü insani değerlere sahip bir kişi, düşünmeden sadece tüketerek mutlu olamaz.
Başkalarının maruz kaldığı haksızlıklarla ortaya çıkarılan ürünleri tüketirken rahatsızlık hisseder. Ülkemizde veya Dünya’nın herhangi başka bir yerinde, çocuk işçilerin kullanıldığı veya iş gücü fazlalığı nedeniyle olağanüstü düşük ücretlere mahkum edilmiş insanların sömürülmesiyle elde edilmiş ucuzluk avantajını kendi çıkarına kullanmak istemez (mi acaba?)
Bir diğer düşünmeye değer konu ise şudur:
Teknolojik gelişmeleri yaratan Ülkelerin insanları, hızlı birer tüketici olmaktan memnunlar mı’dır? Bunun ötesinde; üretim giderek ucuz emeğin var olduğu Ülkelerde yoğunlaşırken, gelişmiş Ülkelerin işsizlik gibi bir dertleri olmaya başlamadı mı? Finansal problemler en fazla buralarda ortaya çıkmıyor mu?
Düşünerek var olmak, görüldüğü üzere oldukça zor.
Sanırım bu nedenle ‘’tüketiyorum, öyleyse varım’’ demek daha kolay.