Toplumsal olaylara bakışı, duruşu ve olay yaratan çıkışlarıyla, değer yargılarını sarsan Aziz Nesin, yeterince anlaşılmayan yazarlar kategorisinde yer almıştır.
Aziz Nesin’in için yapılan; “Çağımızın Nasrettin Hocası” tanımlaması sanat dünyasında genel kabul görmüştür.
AZİZ NESİN’İN YAŞAMI :
Asıl adı Mehmet Nusret Nesin olan Aziz Nesin, Anadolu’dan göç etmiş fakir bir ailenin çocuğu olarak, 1915 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. 2 yıl devam ettiği, “Darüşşafaka Lisesi”ni bitirdikten sonra, “Kuleli Askeri Lisesi”ne devam etmiş, 1937’de, “Ankara Harp Okulu”ndan Asteğmen rütbesiyle mezun olmuştur. Bu arada; 1939’da, “Askeri Fen Okulu”nu, “Güzel Sanatlar Okulu”nun süsleme bölümünü bitirmiştir. 1941 yılında 2. Dünya Savaşı’nın başladığı dönemde, Trakya’da teğmen olarak görev yapmıştır. 1942 yılında “Üsteğmen rütbesiyle Erzurum’a tayin olmuş, 1944 yılında ise, görevi kötüye kullanma suçlamasıyla (haksız olarak) ordudan çıkarılmıştır.
Ordu’dan ayrıldıktan sonra Aziz Nesin için zorlu bir hayat başlamıştır. Ailesinin geçimini sağlamak amacıyla, 1945 yılında bakkal dükkanı işletmeye başlamıştır. İş hayatının başarısızlıkla sonlanması üzerine, basın yaşamına girmiştir. Karagöz ve Yedigün dergilerinde redaktörlük ve yazarlık yapmış, Tan gazetesinde köşe yazarı olmuştur. 1946’da Sabahattin Ali ile birlikte, “Marko Paşa”yı yayımlamaya başlamıştır. Derginin kapatılması üzerine; Merhumpaşa, Malumpaşa, Alibaba, Yedisekiz Hasan Paşa, Öküz Mehmet Paşa adlarıyla tekrar yayımlanmış, en son 1950’de “Medet”i çıkarmıştır.
1946-1952 YILLARI arası, Aziz Nesin’in yaşamında hareketli, savaşımlı ve acılı yıllar olmuştur. Amerikan emperyalizmine ve Truman Doktrine karşı bir kitapçığından dolayı tutuklanmıştır. 1950’de, Fransızcadan çevrilen bir yazı yüzünden, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle, TCK’nın 142 maddesi uyarınca, on altı ay hapis ve sürgüne mahkum edilmiştir. Cezasının bitmesine kırk gün kala Nevşehir Cezaevi’ne gönderilmiş, oradan tahliye edilmiştir.
Çin’de yayımlanan kitabı nedeniyle; okurlarına yönelik kaleme aldığı yazısının bir bölümde;” kendisinin Çinlilere benzetilmesiyle ilgili anısını, trajik-komik bir vurguyla, şöyle dile getirmiştir. Orta asya çizgilerini belirten yüzüm dolayısıyla, bir anımı anlatayım size diye başlamıştır yazısına. 1952 yılında, İstanbul’da bir cezaevinde tutukluyum. Bir sabah, cezaevinin siyasiler koğuşundan bir işçiyle beni aldılar. İşçi arkadaşla beni bileklerimizden birbirlerimize kelepçelediler. Çok soğuk, karlı bir kış günüydü. İki jandarma bizi trene bindirdi; sürgün olarak Orta Anadolu’nun bir kasaba cezaevine götürüyorlardı. Kar yağışından dolayı demiryolu birkaç yerde kapanmıştı. Tren bekleye bekleye gidiyordu. İki gün, iki gece sonra Kayseri’de bizi trenden indirdiler. Oradan sonra kara yolundan götüreceklerdi. Kara yolu da kardan kaplı olduğu için, bizi üç gün jandarma karakolunun ıslak bodrumunda kapalı tuttular. Üçüncü gün bodrumdan çıkarıp yine bileklerimizden birbirimize kelepçelediler. Pazar yerine götürdüler. Önümüzdeki bir kamyona kaya tuzu yükleniyordu. Bizi bu kamyonla götüreceklerdi. Kamyona tuz yüklenirken, bizde iki jandarmanın arasında bekliyorduk. Pazar yerinde insanlar başımıza toplanıp bizi seyretmeye başladılar. Sonra çevremize bir sürü çocuk toplandı. İki jandarma arasında, birbirine bileklerinden kelepçeyle bağlı iki insan onlara çok ilginç gelmiş olacaktı. İşçi arkadaşım çok sinirli bir insandı. Çevremizde toplanıp bizi seyreden insanların ve çocukların meraklı bakışlarından tedirgin olarak onlara bağırıp çağırmaya başladı. O’nun bağırıp çağırması bize olan ilgiyi daha da artırdı, çevremizdeki çocuklar çoğaldı. Çocuklar birbirlerine beni gösterip; -Çinli, Çinli! Diye mırıldanmaya, söylenmeye başladılar. İşçi arkadaşım, bunun üstüne kızıp çocukları kovalamak için üstlerine yürüdü. Bileğimden kelepçeyle O’na bağlı olduğumdan beni de sürüklüyordu. Çocukların hep bir ağızdan ve tempoyla “Çinli, Çinli, Çinli… diye bağırışları arasında bizi tuz kamyonuna bindirdiler. Kamyonun üstü açıktı. Altımızda kaya tuzları vardı ve üstümüze lapa lapa kar yağıyordu. İki jandarma önde, şoförün yanında, kapalı yerdeydi. Kamyon hızlandı. Yağan kar, çocuklarla aramızda kalın ve beyaz bir duvar ördü. Çocuklar görünmez oldu.” Şeklindeki sürgün anısı kanalıyla, yaşadığı acıyı, kendisini hicvetme becerisini ve tevazusunu bize göstermiştir.
Soyadı ile ilgili anısına, bir anekdotun da mizahi bir anlatımla; 1934 yılında çıkan “Soyadı Kanunu”, herkesin kendine soyadını seçme zorunluluğunu getirmişti. Bu zorunluluk insanların gizli aşağılık duygularını ortaya çıkarmıştı. Örneğin en cimriler “eli açık”, en korkakları “yürekli”, en tembelleri “çalışkan” soyadlarını almışlar, bense, her türlü yağmada olduğu gibi, güzel soyadı seçimi konusunda da sona kalmıştım. Bana ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime “Nesin” soyadını aldım. Herkes “Nesin” diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp, kendime gelmeyi istedim”, şeklinde yer vermiştir.
Ailesinin yaşadığı dramı; “BÖYLE GELMİŞ, BÖYLE GİTMEZ” öykü kitabında, aşağıdaki şiirde dile getirmiştir:
“Bütün anneler, annelerin en güzeli,
Sen en güzellerin güzeli,
On üçünde evlendin .
On beşinde beni doğurdun,
Yirmi altlı yaşındaydın,
Yaşamadan öldün.
Sevgi taşıyan bu yüreği sana borçluyum.
Bir resmin bile yok bende.
Fotoğraf çektirmek günahtı.
Ne sinema seyrettin, ne tiyatro.
Elektrik, havagazı, su, soba,
Ve karyola bile yoktu evinde.
Denize giremedin.
Okuma yazma bilmedin.
Güzel gözlerin
Kara peçenin arkasından baktı dünyaya.
Yirmi altı yaşındayken
Yaşamadan öldün…
Anneler artık yaşamadan ölmeyecek…
Böyle gelmiş,
Ama böyle gitmeyecek.”
Aziz Nesin’in yaşamı boyu takibe uğramış, gözaltılarda çile çekmiştir. 1949 yılında bu kez; İngiltere Prensesi Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk, Ankara’daki elçilikleri aracılığıyla başvuruda bulunarak, Aziz Nesin’in bir yazısında kendilerini aşağıladığını öne sürüp, hakkında dava açılması sağlanmış, yargılama sonucu kendisine, altı ay ceza verilmiş ve cezası infaz edilmiştir. 1955’te 6/7 Eylül faciası olarak tarihe geçen, azınlıklara yönelik şiddet olayları nedeniyle, kışkırtıcılık yaptığı gerekçesiyle, Aziz Nesin’de sıkıyönetim mahkemesince tutuklanmış, 6 ay sonra, sorgusu yapılmadan salıverilmiştir. 1961’de Yeni Tanin gazetesinde yayımlanan bir yazısından dolayı dört ay tutuklu kaldıktan sonra aklanmıştır. 1984 yılında bu kez Aydınlar Dilekçesi nedeniyle takibe uğramıştır. 50 yaşına geldiği 1965 yılında ancak pasaport alabilmiştir.
1993 yılında yaşadığı Sivas faciasını gören, ölümden dönen Aziz Nesin’in yaşadıklarını, o günlerin canlı tanığı yazar Lütfi Kaleli anılarında ; Tüm etkinlik ve davetlere katılım sağlayan Aziz Nesin, benim aracılığımla, 1-4 Temmuz 1993 tarihleri arasında düzenlen “Pir Sultan Abdal” şenliğine daveti ve iştiraki sağlanmıştı. 2 Temmuz Cuma günü toplanan kalabalık Madımak Oteli’ne yürüyüşe geçmiş, atılan sloganlar eşliğinde otel ateşe verilmişti. Kişisel çabalarımla ve zorluklarla, Aziz Nesin’i alevler arasından çıkardığını, bu esnada, devlet birimlerinin hiçbirinin önleyici tedbir almadığı ve kendisine yardımcı olmadığı saptamasına yer vermiştir. 37 cana mal olan olaylar, toplumsal vicdanda derin bir yara açmıştır.
Aziz Nesin, 1972’de kırk kitabının gelirini bağışlayarak Nesin Vakfı’nı kurmuştur. Yalnız bu kitapların gelirini değil, bütün varını yoğunu harcadığı Nesin Vakfı, yıldan yıla gelişerek bugünlere gelmiş, gençlerin yetişmesine büyük katkı yapmıştır. 1975 yılında hayata gözlerini yuman Aziz Nesin vasiyeti üzerine vakıf arazisine defnedilmiştir.
Türkçe eser veren yazarlarımız arasında, yabancı dile en çok çevirisi yapılanlar arasında, UNECO’nun değerlendirmesi sonucu; Orhan Pamuk, Y aşar Kemal ve Nazım Hikmet’ten sonra 4’ncü olmuştur. TÜYAP’ın düzenlediği anketlerde ise, 1985 ve 1986’da, iki yıl üst üste halkın seçtiği yılın yazarı unvanına layık görülmüştür.
80 yıllık yaşamına, 49 Öykü(Hikayeler), 11 Roman olmak üzere toplam 120 civarında şiir, masal, mektup, anı, fıkra, gezi notları, taşlama, oyunlar, konuşma kitapları ve 10 citlik külliyat sığdırmıştır. Eserlerinin tirajı 6 milyonu geçmiş, kırktan fazla ülkede 200’den fazla kitabı basılmıştır. Yazdığı 45 yıl boyunca 200’den fazla takma ad kullanmıştır. Toplam 29 ödül, mansiyon ve madalya kazanmıştır. En önemlileri ; 1956, 1957 yıllarında İtalya’da, “Kazan Töreni” ve “Fil Hamdi” ile Altın Palmiye ödülünü, 1966’da Bulgaristan’da,” Vatani Vazife” ile Altın Kirpi ödülünü, 1969 ve 1989 yıllarında Sovyetler Birliği’nin “Krokodil” ve “Tolstoy” ödülleri olmuştur. Başta Türkiye Yazarlar Sendikası olmak üzere çeşitli sivil toplum kuruluşlarına uzun yıllar önderlik yapmıştır.
Yaşadığı acılara ve uğradığı mağduriyetlere rağmen devlete karşı hiçbir olumsuz söylemi olmamıştır. Ancak, devlet kurumlarıyla hep mesafeli olmuş, devlet vatandaş ikileminde her daim halkının yanında yer almıştır. İnsanını çok sevmiş ve onlara karşı kendini hep borçlu hissetmiştir. Eğitimini sağlayan kurumların yoksul ve yoksun halkın verdiği vergilerle finanse edildiği bilincinde olmuştur. Türk halkının yüzde 60’ı aptaldır derken ironi yapmıştır. Kendini yoksun ve yoksul bırakan düzeni algılayamamasından dolayı bir eleştiri olarak dile getirmiştir. Aşağıda 1980 yılında kalem aldığı şiiri bu varsayımı ispatlamış, halkına duyduğu derin saygı ve sevgiyi kanıtlamasına vesile olmuştur.
ÖDENMEYEN
Ey benim halkım
Ey benim eli açıkgözü kapalım
Yüreği açık dili bağlım
Ey benim en güzelim
Ey benim en çirkinim
Yiyemedin yedirdin
İçemedin içirdin
Giyemedin giydirdin
Okuyamadın okuttun
Kendin üşüdün yağmurda karda
Ama beni korudun
Varından değil yoğundan verdin
Az az değil çoğundan verdin
Ah ne az ne az aldın
Ama çok ne çok verdin
Almadan vermek sana özgü
Utanırım aldıklarım demeye
Bende hakkın çoktur halkım
Değil böyle bir aziz
Bin Azizler olsa yetmez
Aldığını vermeye
Utanırım hakkını helal et demeye
Dünya durdukça durasın halkım
SANATA BAKIŞI VE TANIMLAMASI :
Genel olarak baktığımızda; “Batı romanı” ile Osmanlı anlatı geleneğinden” yararlanarak vardığı bileşim sonucu eserlerini yazdığı, edebiyat çevrelerinde genel kanaat olarak oluşmuştur.
Onun yazınla ilişkisi çocukluk dönemine değin uzanmıştır. İlkyazı denemelerini 8-9 yaşlarında yapmıştır. Bunlar öykü, roman alıştırmalarıdır. Ortaokul yıllarında uç veren bu öykünmeler onu şiire de yöneltmiştir. Askeri camia içinde bu tür uğraşlara iyi gözle bakılmadığından, çalışmaları, “Aziz Nesin” takma adıyla yayınladım demiştir.
Nesin, fıkra ve gülmece yazılarının yanı sıra, bu dönemde taşlamalar da yazmaya başlamıştır. Bu taşlamalara, 1948’de “Azizname” adlı kitabında yer vermiştir. Geleneğin sürdürülmesine katkı yapmıştır. İlk şiirini 1942’te çıkarmıştır. Aziz Nesin’in yayımlanan altı şiir kitabında yer alan şiirlerin toplamı 338’dir. Aziz Nesin şiirlerini 50 yıl sonra kitaplaştırmıştır.
Ben okurlarımın yanındayım demiştir. Ben öyle sanıyorum ki benim kadar okurlarıyla yan yana, hemhal olmuş insan yoktur. Türk halkı beni gerçekten yanında hissediyor. Bu da içtenliğimle ilgilidir. Benim içtenliğimi biliyor. Benim yaşamımla yazılarım arasında hiçbir karşıtlık yok. Hiçbir çelişki yok. Bu yüzden sanıyorum ki en çok köylerde okunuyorum. Kasabalarda okunuyorum yolundaki gözlemini aktarmıştır.
Gülmece anlayışını açıklarken, “Benim gülmecem”; “1-Geleneksel Türk halk gülmecesinden kaynaklanmıştır. 2-Toplumun sorunlarından esinlenmiştir. 3-Çağdaş dünya insanının sorunlarını anlatmıştır. Kısacası yaptığım halk gülmecesidir demiş, insanları güldürme yoluyla düşündürmeye yönlendirdiğini açıklamıştır. Bence gülmecenin iki büyük görevinin olduğu; birinin kendine dönük, diğerini n dışa dönük olduğu açıklamasına yer vermiştir. Gülmece kendine dönük olduğu zaman, kendini eleştirir, yani özeleştiri, Dışa dönük olduğu zaman ise, sınıflı toplumlarda, egemen sınıfı yeren, zorbaları, kötü yönetmenleri yerin dibine batıran çok keskin bir silah olarak kullandığına vurgu yapmıştır.Bence dünyada en büyük barış gücü gülmecedir demiş, “Hitler” örneğini vermiştir.
Nesin, romanları için; her biri yurdumun bir toplumsal kesitini içeren bu romanlar yan yana getirildiği zaman, çağımın Türkiyesi’nin genelinin ortaya çıkmasını hedeflendiğine vurgu yapmıştır. Yaşadığım ülkemin, toplumsal yapısıyla, çatışmalarıyla, çalkantıları, karşıtlıklarıyla ortaya çıkmasını istediğini, düşünceye tahammülü ilke olarak benimsediğini itiraf etmiştir.
Zaman kavramı yazarın oyunlarında önemli bir yer tutmuştur. Zamanı, insanoğlunun yaptıklarıyla değerlendirmiştir. Onun için, zaman, günlerin ve saatlerin geçmesiyle sınırlı olan şematik bir süre değil, insanoğlunun kendisini gerçekleştirebilmesiyle ölçülebilen bir değer olarak benimsemiştir. Aziz Nesin’in oyunlarındaki zaman kavramı ölümlü-ölümsüz olma ikileminin en belirgin motifini oluşturmuştur.
Ele alınan oyunlardaki açıkça belli olan bir ana temanın ve bu temaya eşlik eden dramatik durumun; alt katmanında kendini doğrudan belli etmeyen bir gerçek daha sezilmiştir. Bu da insanoğlunun bir yandan yalnızlığını aşmak, yaşamını başkalarıyla bölüşmek için çabalarken, öte yandan böyle bir paylaşımın getireceklerinden korkması, karşısındakine güvenmemesi ve sonuçta yalnızlığını kendine bir kalkan olarak kullanmasıdır.
AZİZ NESİN’İN TOPLUMSAL YÖNÜ :
İnandığı ve aşkla sevdiğini halkının geleceği uğrana mücadele vermiş bu uğurda uğradığı haksızlıklara göğüs germiş ve bedel ödemiştir. Aziz Nesin, 1960’lı yıllarda şunları söylemiştir : “15 yıl oluyor, Babı-ali yokuşuna aşk şiirleriyle girdim, öbür baştan ellerim kelepçeli çıktım. 8 yıllık kalem ve 4 yıllık zindan hayatımın içine sıkışmış olan, hiç palavrasız bir ömürdür. Bir küçük bir güdük kalem ki, şeflerin diktatörlerin, yardakçı ve yaltakçıların hıncına, gayzına, gazabına hedef olduk.” demiştir. Ölümüne dek aradan geçen uzun süre içerisinde de, muhalif kimliği nedeniyle takibe uğramıştır. Acıların, travmanın en büyüğünü, “Sivas” olayları nedeniyle yaşamıştır. Değerli sanatçı, aydın dostlarını gözünün önünde yitirmiş, bu olay ona büyük acı vermiştir. Her şeye rağmen halkına olan sevgisini ve geleceğe olan iyimserliğini yitirmemiştir. Aşağıda ki 4’lük de bizlere bıraktığı miras olmuştur.
“Yazılarda yaşadım
Yazılarda ölüyorum
Beni yazılara koyun
Sevmeler için yazdım
Sevmeler için okuyun”
Aziz Nesin’in vasiyetine uyalım, eserlerini okuyalım, okutalım. Üniversitelerimizin veya “Sivil Toplum Kuruluşları”mızın onun yapıtlarını mercek altına almasını, araştırma yapmasını ve gelecek nesillere aktarımda bulunmasını önerelim, dileyelim.
Biliyorum büyük yazar seni anlatmak çok kolay değil, ama yine biliyorum ki sen edebiyat tarihimizin bir kilometre taşısın, klasiğisin. Bize yaptığın katkılara, emeğine teşekkür ediyor, anıların önünde saygıyla eğiliyorum.
Saygılarımla