15 yıldan beri yazları Datça’ya gidiyorum. Her seferinde Gökova’ya geldiğimde, eski Marmaris yolu olarak bilinen yolun iki tarafında ulu okaliptüs ağaçları dikkatimi çeker.
Meğer bu ağaçların ilginç bir öyküsü varmış. Bu ağaçlar dikilmeden önce o bölge bataklık bir bölge olup, sivrisinek yatağıymış. Sıtma hastalığı nedeniyle de bölgede çocuklarda ölüm oranı oldukça yüksekmiş Gökova muhtarının da 6-7 çocuğu bu nedenle ölmüş. Çare aranırken muhtar o yıllarda Bodrumda yaşayan Halikarnas balıkçısını (Cevat Şakir Kabaağaçlı) ziyaret ederek sorunu anlatır. Cevat Şakir Uzakdoğu’dan okaliptüs fidanlarını getirterek bataklığa eker. Bu ağaçların günde tonlarca su emme özelliği olduğundan kısa sürede bataklığı kurutur. Dolayısıyla sıtmanın kökü kazınır.
Yıllar önce Cevat Şakir’in denizcileri konu alan bir kitabını okuduğumu hatırlıyorum. Bu okaliptüs ağaçları ile ilgili bilgiden sonra, yaşamını merak edip, biraz araştırdım. Gerçekten çok şaşırtıcı bir yaşam öyküsü var. Bir ömüre bunlar nasıl sığmış diye düşündüm.
Cevat Şakir 1890 İstanbul doğumlu. Babası Şakir paşa Atina sefiri, vali aynı zamanda. Cevat Şakir öğrenimini Oxford’da tamamlamış. Orada tanıdığı bir İtalyan bayanla evlenmiş. Eşi ile birlikte babasının yaşadığı çiftliğe yerleşmişler. Ancak, bir süre sonra eşi ile babasının ilişkisi ile ilgili dedikodular başlamış. Sonuçta Cevat Şakir babasını öldürüyor. Yargılanması sonrası 15 yıl kürek cezasına çarptırılıyor. Yedi yıl cezasını çektikten sonra rahatsızlığı nedeniyle bırakılıyor. İstanbul’a geliyor yedi dil bildiğinden çeviriler yapıyor ve Zekeriya Sertel’in resimli hafta dergisinde yazılar yazıyor.
Bu arada ülkede Şeyh Sait isyanı çıkmış. Bazı askerler askerden kaçıyor. Bunun önüne geçmek için ‘ Üç Aliler divanı’ çalışmaya başlıyor burada kaçaklar yargılanıyor Cevat Şakir’de bu üç aliler divanı ile ilgili bir yazı yazıyor bu yazısı nedeniyle yargılanıp, Bodrum’a sürgün gönderiliyor.
Bu sürgün, Cavit Şakir’in hayatından çok önemli bir dönem noktası oluyor. Koyların tamamını gezmiş. Balıkçılık yapmış. Denizde balık adam, karada çiçek ve ağaç adam olup çıkmış. Avrupa’dan tohumlar, fideler getirtmiş her yere ekmiş dikmiş. Güzellikler yaratmak adına belediyeye bahçıvan olarak girmiş.
Güneyi palmiyeler, begonviller, mimozalar ve greyfurtlarla tanıştıran kişidir.
Bunlarla kalmamış Gökova’da birlerce çocuğun hayatını kurtarmış. Balıkçı, gemici, süngerci, dalgıç ve kaptan gibi ekmeğini denizden çıkaran kişileri konu alan çok sayıda eser bırakmış.
Cevat Şakir’i sizlerle niye paylaşma gereği duydum. Bir sürü olumsuzluklar yaşamış (içinde baba katilliği de var) mahkûm olmuş. Bütün bunlara rağmen yaşama, insanlığa güzellikler katmaktan geriye düşmemiş.
Bu kişilerin yaşam öykülerini görünce, ister istemez yaşamın anlamının ne olduğunu sorguluyor insan. Nedir yani, yaşam sadece nefes alıp verip, bedensel ihtiyaçları gidermekten ibaret midir? Yoksa daha mı fazlası?
Önce kendimi sorguluyorum. Yaş yetmiş. İlk 20 yılı saymıyorum. Yetişme dönemlerimiz. Elli yıl toplum adına ne yaptığıma bakıyorum, çok sınırlı şeyler olduğunu hissediyorum. Diğer bir ifade ile yetersiz buluyorum. Ama genele baktığımda çooook geniş kesimlerin ise, katkı yerine zarar verdiklerini üzülerek görüyorum.
Toplum olarak geldiğimiz noktada bunu inkâr etmiyor zaten. Her şey ortada.
Şişkin egolar, doyumsuzluk, sevgisizlik ne yazık ki hâkim olan davranış biçimleri.
Özellikle toplumun önünde olanların kin, nefret ve ayrıştırıcı tavırları da eklenince durum daha da vahimleşiyor.
Sanırım herkesin neden yaşadığını bir kez olsun sorgulamasında fayda var.