Ayasofya'da, Taksim'de namaz kıldıracağına aba altında sopa olmazsa da, kuşandıkları sahte kılıçla kubbe ve tekke altında siyaset yaptıklarını sanıp,
Ayasofya'da, Taksim'de namaz kıldıracağına aba altında sopa olmazsa da, kuşandıkları sahte kılıçla kubbe ve tekke altında siyaset yaptıklarını sanıp, karşılarında kendilerini, dinleyenlere yalakalık, yağcılık yapayım derken, toplumun değerlerine hakareti sevap sayanların, günah ama rakipleri, yani gavur dediklerinin “tatil ve kilise günü” olarak ilan ettikleri pazarı kendime ayırıp, yoldan çıkmaya karar verdim dün...
Ve yoldan çıkıp, kendimi kırmızı kirazların, sarı üzümlerin ve kurumaya yüz tutup, sararmış otların biçilip, mazot almaktan zorlanan traktörlerin ardına bağlanmış, tek dişi kalmış canavar gibi mırıldayan makinanın demir tellelerinin prangasına alınan balyalarının bulunduğu dağlara vurup, ovaları yükseklerde izlerken, mavi denizin içinde ki demir atmış beyaz gemiyi gördüm...
Ve yine bir gün önce, yani pazara bağlanan cumartesi akşamı şimdi dağlarda, uzaklarda izlediğim denizi daha dün, hem de çok yakından izlerken, koktuğunu ve bu kokunun nedenini merak edip, araştırdığımda kıyı şeritlerini etkisi altına alan deniz salyası denen müsilaj diye bir kelimeyi daha öğreniyor, içeriğini, yani açılımını araştırıyordum.
Musilaj, yani deniz salyasının adına onca şiirlerin yazıldığı, benim gibilerinin yazılarıyla anlattığı Kız kulesinin bulunduğu, benim gibi çok geminin demir attığı Marmara ve daha açılmadığı okyanuslar ötesinde ki Adriyatik gibi daha kapalı denizlerde doğal süreçte oluşması normal sayılsa da şu an yaşandığı gibi yoğun, çok ve kalıcı olmasının doğal olmadığını, böyle giderse mavi denizin fosseptik çukuru olabileceğinin bir sinyali verdiğini de öğreniyordum.
Yani benim anladığım, denizinde sanki bir ayağı çukura düşmüş bir insan gibi adım atamaz halde, yaşadıklarının, yaşatılanların getirdiği yorgunluk, bıkkınlık ve lanetlik duygulara esir düşmüş, dalgalanmadıkça, coşmadıkça gün geçtikçe etrafını saran bir pranga ile adeta hapis olup yerinde kala kala koktuğunu anlıyordum.
Ve “her sıkıldığında dağlara bak, onlara koş ve sesin çıktığı kadar orada bağır, boşalt içini yüreğini, kalbini dolduranları kus, bırak orada ve geri gel” diye bana yön verenlerle, “Zirvesine göz koyduğum dağlara bak.. Koşup takıldığım çitlere bak…” diyen Cahit Zarifoğlu'nun sözlerini bana hissettiren bir duygu ile aslında bugün hiçbir şey yazayım istemiyorum..
Çünkü, “Sanki ekonomik kriz, Kıbrıs harekâtı, seksen ihtilali, Marmara depremi
İkiz kuleler, kurtlar vadisi, beşik kertmesi, Gezi, 15 Temmuz var senle benim aramda, evet hepsi bir an, bir aşk uğruna oldu biliyorum..” diye haykıran Melek Arslanbenzer adlı tanımadığım şairin anlattığı gibi, bende bir pazar günü anlatamadığım, anlayıp da, anlamak istemeyip, anlamadığım duygu ile geride bıraktım, dolu dolu yaşamak isteyip, aslında sadece benden giden, bedenimden, canımdan geride bıraktığım bir günü daha fark etmeden...